21 Mayıs 2009 Perşembe

survivor


Aman bir haftadır rezil olmadığım kimse kalmadı. Keşke ağzımı açmasaydım da şu arkadaşlarımın diline düşmeseydim! Neymiş, ben Survivor’a katılamazmışım. Hani sevgili Ahmet Utlu’nun sunuculuğunu üstlendiği şu yeni yarışma programı…Ama korkmayın, ne gelin seçiliyor ne damat, hatta Semra hanım bile yok desem inanır mısınız? Bir grup insan, ıssız bir adada, doğal koşullarda, medeniyetten uzakta yaşam mücadelesi veriyor. Aynı bizim akşam yemeğinde verdiğimiz mücadele gibi… Masadakiler bir taraftan tıkınıp bir taraftan izlerken, “Olamaz! Olamaz!” dedikçe ben aşka geliyorum ve boş bulunup “Ne var yani bunda? Ben de yapabilirim” diyorum. Keşke demez olaydım! Arkadaşım Gamze bir kahkaha patlattı. – Tabii canım, tabii yapabilir, zaten yapmışlığı da vardır!
- Aaa, ne var yahu? Doğada yaşamaya bayılırım, her türlü güçlüğü karşı savaşabilirim. Hatta böyle bir ortamda kaldım da. Üstelik koşular daha ağırlı çünkü Noyan da vardı!
- Doğru, kaldı, hem de balayında. Yaşamın çok zor olduğunu bir turistik adada, Maldivler’de…
-Kolay mı sanıyorsunuz binlerce börtü böcek içinde yaşamayı! Dile kolay, tam bir hafta.Balayının ilk sabahı koluma düşen kertenkeleyi hiç unutmadım. Bana asırlar kadar uzun gelen uçak yolculuğum, dört tane yamyamın arasında tekneyle adaya ulaşma mücadelemiz, karaya yaklaşırken yerde gördüğüm yüzlerce yengeç ve 20 dakika süren karaya ayak basabilme savaşım, muzları maymunlara kaptırmamak adına yaşadığım kabus ve maymunların tarafında savaşan Noyan’a karşı direnişim!... Bu arada Noyan yine beni can evinden vuran cümleler sarfetmeye başladı:
- İyi de hayatım o muzları biz zaten maymunlar için almamış mıydık? Tutturdun “Vermem de vermem, bu muzlar benim” diye…Çingene misin sen kızım yaaa aaa..ama lütfen!

AL BİR HİNDİSTANCEVİZİ PATLAT KAFAMA.
Etraftakiler bu durum karşısında gereksiz gereksiz gülmeye başladı tabii. Verdiğim mücadele kimin umurunda? Onlar güldükçe Noyan bey aldı sazı eline ve başıma gelen tüm garip olayları arka arkaya sıralamaya başladı:
- Yaşadıklarımız aslında anlattığından daha vahimdi.Hele hele bir karış derinliğindeki azgın bir denizde atlattığı bir boğulma tehlikesi vardı ki tahayyül bile edemezsiniz. İşin garip tarafı, kafasını suyun dibinde unutsa bile boğulamayacağı kadar sığ bir yerde, bir varil suyu yutarak, az kalsın ölmeyi başaracaktı. Millet coşmuştu, herkesin benimle ilgili ne kadar anısı varsa ortalığa döküldü. Eminim çok eğlendiler. Üstelik eğlenceleri bununla da bitmedi çünkü dersimi hala almamıştım. Televizyonu kapatacağıma, tekrar yarışmaya dönüp güya havayı değiştirme düşüncesiyle, iki saatte ateş yakamadıklarını, niye kibrit kullanmayıp da şov yaptıklarını sorarak, kaş yaparken göz çıkartıp, milleti daha da coşturduğumun farkında değildim.Güya hırsımı yarışmacılardan almaya kalkıp, harika bir yorum daha yapınca, Gamze sandalyeden düştü ama düşmeden önce benim zekamla ilgili güzel düşüncelerini paylaştı:
- Kibrit yok adada kuşum, ondan! Dedi. O yok, bu yok! E yuh artık, tuvalet kağıdı bile mi yok? dediğim an, bittiğim an oldu. Programın içeriği tekrar tekrar anlatıldı. Bozuntuya vermeden,
- Ne var canım, madem şartlar öyle, onsuz da olur, bunsuz da! dedim.Ta ki karınca yiyen arkadaşı görene kadar. Özene bözene hazırladığım çubuk makarnamın yarısı dışarıda kaldı, yutamadım. Noyan da bana benzediğinden tuvaleti kapan kazanır diye koştuk…. Bir sopanın ucundaki bütün karıncaları yedi yarışmacı arkadaş, hem de leblebi gibi! Hadi, çiğ balık malık neyse de karınca bu, eti yok budu yok, neyini bulup yerler zavallıcığın?Iğğğğğyyy! Mümkün değil.
- İşte! Diyor Noyan, İşte buna dayanamam, beni aşar!Her şeyi yapabilirim ama bunu asla! Meral bak vasiyetimdir, aklında olsun… Hani olur da ıssız bir adada kalır ve bir karıncayı yemek zorunda kalırsam beni uykudayken hallet emi! Öyle tabanca, çakı, çekiç falan da gerekmez.Zaten bulamazsın da. Sen iyisi mi al bir hindistancevizi, patlat kafama, olsun bitsin. Yemeyeyim.Öleyim gitsin! Diye vasiyet ederken bir taraftan da öğürerek tuvalete koşturdu. Şu hale bakın sevgili okurlar, bir macera dizisini izlemek bu denli maceralı olabilir mi?

2005

19 Mayıs 2009 Salı

revizyondayımmm:SSS


Artık ciddi ciddi bıktım ben aynı cümleleri kurup,aynı sözleri söyleyip ,aynı yeminleri etmekten ...''bi daa olmicakkkk,söz veriyorummm'' al sana söz...

Yazın gelmesiyle beraber,pek tabii ki gardrop değişimi başladı şimdi yenilenme zamanı..kışlıklar kalksınnn,ohh incecik tiril tiril,kıyafetlerimiz yerini alsın bakalım...misss!!
!!! HI!! NASIL YANİİİ!!! ''AMAAA AMAAA HAYIRRRRRRRRRRRRR YAAAAA!!!!...OLAMAZZZZZZ BEN BU PANTOLONU DAHA GEÇEN YAZ ALLLMIŞTIMMMM!!..TUTMAYIN BENİ A DOSTLARR!! YADA BIRAK DOSTLARII YAA BEN DİREKKKK SANA SIĞINIYORUM VEEE ALLAHIMMM!! SANA GELİYORUMMM!!!


İnsan olan insan, bu kadar kilo almaz,gerçekten almaz...yemeği onlar yedi yediii ben programı seyrederken mi aldım bu kiloları... almış olamam dimi??...yok sanmam...

Bi insanın kendi,kendine ettiğini kimse etmiyor galiba..en büyük düşmanıda kendi..dostuda...buyrun burdan yakın... kilomu aldın yavrucum güzelll..şimdii diyet zamanıya, git evin kapı kollarını ye ancaa verirsin bir aya kadar...malum deniz sezonu...

Evimin güzel kızı, yardımcı ablamız ve ben tüm yazlıklarımı,bir yandan gözden geçirirken,bir yandan da... ay bu olurmu ki ..ya bu yaaa buuu diye bırıl bıırl konuşuyorum netekim, zülyana dayanamıyor...
Meral ablacım bi deneyin nasıl duracak üstünüzde bu pantolon,dediği ana kadar herşey oldukça sakin görünüyor aslında..taki pantolonum dizlerimin üzerine çıkamadığı ve ''bırakkk ablacımmm zorlamaa beiiii'' deyip isyan ettiği ana kadar...

kadın olmak böyle bişey sevgili beyler,kilo aldığımızı idrak etme süremiz,eğerduygu olarak uçlardaysak,yani çoook mutlu yada çook mutsuz...ııı ııı uzun sürüyor hemde nasıll uzunn..
farkettiğimiz andan sonra, kendimize gelme süremizi hiiçççç söylemeye gerek yok..gelemiyoruz çünkü...

gece dışarı çıkmam lazım çok şık olmalıyım ,neyse canım bende başka bişi giyerim şunu ver bakim diyorum, zülyana ya...cıx..olmuyor...eeee..şunu ver canım...nooo...alla alaa..e şu elbisemi ver yavvrum baliim!!...üzgünümmm...şaka mı buu...aslaa...zülyana..sakiiin, ben ise, az sonra bayılacağım...görüşmem var kızım acil bişey bulmam lazım diyorum...malum müziğe yeniden başlama dönemim bir yerle anlaşma yapmam gerekiyor...klibim benden önce gitmiş...o kadını bekliyorlar doğal olarak...

heryerimden et fışkırıyor...annem ''zeynam benim'' diye sever beni, dönem dönem aldığım kilolar yüzünden...ahhhh birde şu halimi görse...gladyatörrrr olmuşum da haberim yok anneeeeemmmmmmmm!!!! bititimm benn.. bak bitititimm dedim keleliyorum yaaa...

ne giyicem..ne ne ne neeee...inanırmısınız sabah onbir gibi başladığımız kıyafet mücadelesi akşam beş sularına doğru bitiyor...çünkü ben bitiyorum...saçlarımı zaten kesmiş miyim üç numara...nedenini sormayın lütfen...kiloları almışmıyım...anacım hiç bişi üstüme olmuyor mu..kaldım ortada...eşofmalarım bile neredeyse..''yürü git işine abla, yaaa dalgamı geçiyosun..o kıçı nasıl sığdırmayı düşünüyosunnn buraya'' diyecekler...çok mutsuzum..bana sakınnn!! ama sakın!! aman canım sağlı olsuunn,canın sağolsun verirsin,ay sen böylee güzelsin,verirsin aaaa..demeyin...ben yastayım ve sanırım hastayımm şu an...

meral ablacim üzmeyiniz kendinizi bu kadar diyor zavallı zülyana...savaşı düşünün,bakın bu daha kötü bişi...

Savaşı...sa va şı...diyorum sesli sesli....

evet meral ablacım savaş..bu en kötüsü...o yüzden üzülmeyin...çok şık ayakkabılarınız çantalarınız var onları kulanın, diyor... ahhh canımın içiii yaa...asık yüzümü,soldan soldan gelen migrenimi,iç organlarımı parçalama hissimi nasıl geçirebilirdi anca böyle sanırımm...:))

kendimi bi an düşünür buluyorum ...ayaklarımda stiletto pabuçlarım...kolumda şık bir çanta...don paça sokaktayım...gerisi yok çünküü...:))))olmazsa anneannemin uzunnn paçalı donları vardı(don dendiği için başka bi isim bulamadım mazur görün..) hah nasıl unuturum aksesuvar da takarım canımmm aşkolsunn...ee ee si hah savaş meydanındayım..içimin savaş meydanındaaaaa!!!

kısaca bittiğim ann o an diyorum tabiii...vazgeçiyorum çıkmaktan...aslında utanmasam o an yaşamaktan bile vazgeçicem sinirden:)))

ayyy şu ne şu diyorum bi sevinçle aniden,bir elbisem daha çıkıyor...dur yahu bu acil durum elbisem değilmiydiii..neydi sahii...ver bakim bi diyorum zülyana ya...aaaa olduuuu...harikaaaaaa!!!...diyorum..en azından sanıyorum .. ama nansılll sıçramışsam zülyana şaşırıyor damağını çekiyor yukarı korkudan... kızında ödünü söküp alıyorum çığlığımla...

zülyana tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor..aslında oldu gibi meral hanım, hatta karnınızı kapadı ama yinede bir bakınız isterseniz, diyor ve beni aynanın karşısına yolluyor...ya ben bu elbiseyi ne zaman almıştım, ne zaman, hmmmm... diye düşünüyorum...ayna..ben..elbise..ben ayna elbise...elbise ben ayna..seni nerden hatırlıyorummm hmmm diye iç geçirirken...keeennn...

hatırlıyorum ...

tabiki karnımı kaparrr!! tabikiiii!! kızımm, bu beş aylık hamileyken aldığım elbisemm yaaa...allahımmmmmm doğum kiloma mı döndümmm benn...nasıl yaaa...şaka mıı...zülyana kendini gülmekten yatağa atıyor..ona göre çok komiğimm..nefret ediyorum zülyanadan..gıcığın teki zaten...incecikkk çııtı pıtıı köfte gibi bi kızzzzz...ııı ne sinirr...:))

gülme gülme bak fena yaparım desemde...o sanırım benim halimle çok eğleniyor kahkahaları tüm evi kaplıyor:))

gece ne mi yapıyorum...elbette çıkmıyorum canımmm...

-ee cem bey benim çok acil bi işim çıktı çok afedersiniz..revizyona giriyorumda...midemi aldırıcamda..o nedenleee, bu geceki randevumuzu 2010 a erteliyebilirmiyiz acabaa...

hadi canım benimmm kapı kollları bittiyse ,pervazları kemir..allahın

16 Mayıs 2009 Cumartesi

yemekteyiz...:SSSS



Kısaa bir reklam arası verilir verilmezzz, önce, höö! diye açık kalan ağzımı kapatarak bi silkinmişimm...

CIS mayamii,greys anatomii,mentalistt.. ha bide medyum ve behlülüm (aşk-ı memnu) dışında hiiç bişi izlemiyorum artık tv de ...tansiyonum fırlıyor elimde değil...

uzun zamandır şöyle evde tek başıma bi keyif yapmamışım onu farkettim...neyse..tv yi açar açmaz bi programa takılıyor gözüme...YEMEKTEYİZZ...

bir sofra düşünün... etrafında beş kişi,hünerlerini gösteriyorlar her gün birinin evinde ziyafet..en güzel yemeği kim yaparsa sanırım on milyar bi ödülü var...

Allahım iyide bu insanlar yemek yerine nedenn birbirlerini yiyorlar,hemde çiğ çiğ!!! de ja vuu...yıllar öncesi banu alkan çiflikte,ahu tuğba namazda, programları geçiveriyor gözümün önünden... hemen kışttttt diyorummm. Tedavim biteli bir yıl olmuş, daha yeni yeni kumandayla barışmaya çalışıyorum benn!!...dayanamıyorum,gözüm kayıveriyor ha bire,!amann dur bakim azzzcık bakıcam ama azzcık deyip çekirdeğimi kolamı alııp yerleşiyorum koltuğumaa...

Herkes birbirne bağırıyor,çzğırıyor,hakaret ediyor ama nasıl!!!....çatalını kaşığını,tabağını,hatta, tabağın altındaki etiketiiii eleştirip duruyolar ..nerdeyse bişey bulamayınca, yan odalara banyo lavabolara bakıpp..geçç yemeğiii ne bu odanın lavabonun haliiii! ben sana kaç kere odanı temiz tut demedim mi he demedim mii...diyecekler...

bir masa başında, beş kişi.. bu kadar olumsuz bir içerik olabilir mi..hala ama halaa,reyting adına, kavga dövüşün olduğu,seviyesiz ve saygısızlığın prim yaptığı,yaklaşık yirmibeş dakikadır ,sofrada kullanılan çatalın, üzerindeki toz yada tortunun var olup olmadığı konulu programlar...gerçekten...izleniyor..mu??

çitlediğim çekirdek,çitt demiş kalıvermiş iki dudağımın arasında ööyle bakıyorum ekrana...kalll.mışım

programın iki de erkek yarışmacısı var...hanımları bi yere kadar anlayabilirimde bu erkeklerin çemkirmelelrine deli oluyorum...kaşı alınan uğur bey,diğer uğur beyin tabaklarını ve sofrasını eleştiriyor dandik sofra diye..çatallar çizikkkk... baa ba baaaa...sofrada kullanılan tabakklar eski değil, yani annenizin hediyesi olduğuna inanmıyorum.. diyor neslihan hanım,uğur beye... ohh myy goodd!!!!

tabağımı yiyeceksinizz noluyorrr,çatalda çizik olması,yemeğin tadını mı bozuyorrr...biz yemektemiyizz yoksa züccaciyedemiii aloooooooo!!!!


işte olan oldu yine geldiler bana..yine aynı kabusss...elimde değil merakıma yenik düştüm...sonucu bekliyorum..kendimi kesicem aceeba yüzde kırkdörtt oyu kim aldııı kimmmmmm????

düştün bu tuzaağa dimi..işte sevgili seyirci.oturdun ,bir paket çekirdeği, şöyle keyifli bir film eşliğinde çitlemek varken...sinir sitemi sallantıda yedin bitirdin aferim...

hergün biraz daha düşüyor kalite..yazık...o birbirinden güzel, ailece, heyacan içinde izlediğimiz,sorularına cevaplar bulurken zamanla yarıştığımız keyif verici,bilgi,gördü,yarışmaları yok artık...artık zehir gibi sözler saçan, elli güzel kadını aptal yerine koyan,hoplatan zıplatan..insanları basitleştiren,yada insanların kendilerini basitleştirdikleri..programlar ve yarışmalar var...bunların dışında zaten adına dizi dediğimiz, senaryosu üç dakikada yazılmış doksan dakikalık dizilerimiz var...ve halaa var ve hala ve halaaaaa....


NOT:saat bir sularına doğru yarışmayı kaşı alınmamış olan uğur bey kazandı büyük farkla:)merak edenlere...uuuu göz kapaklarım acımış yatıyorum...bu arada çekirdeğin bayat olduğunu şimdi anladım...damağım acıyor ağzımın içinde burukkkkk bir tat ama nasıllll bi bayatlık tv halt etmiş....

12 Mayıs 2009 Salı

şaaakaaaa gibii:SSS



Aslında "neler oldu neler" diye başlamak isterdim elbette ama hayatımdaki klasik şeyler dışında yaptığım tek şey yeni bir eve geçebilmek oldu... Bunun dışında,saçlarımı bu yıl da yakmayı ve yeşertmeyi başardım meselaa...
Üstelik kendimi bronzlaştırmak adına kömüre çevirme çabalarım da işin cabası tabii... Artık beni dişlerimden tanıyorlar:) Abarttığımı sananlar olmasın lütfen.
Zira geçen hafta yurtdışından dönüş yolculuğum sırasında iki bayanın bana bakarak gülüştüklerini ve konuştuklarını fark ettim. Bunun üzerine bir sorun olup olmadığını sordum kendilerine sinirli sinirli.

Kızlar gülümseyerek beni Whitney Houstan'a benzettiklerin söylemezler mi?
Kal..mışım! Şaka gibi... Ama aynada kendi suretimi görünce kızlara hak vermedim değil. Saç kara, göz kara, ten kara. İlk iş, yurduma gelir gelmez saçlarımı o hışımla sarıya çevirmek olsun dedim...
Şimdi boozz sarışın ve mutlu bir zenciyim. Neyse, kilo almalar vermeler, sarkan yerleri toparlama çalışmaları botoxlar, rutin işlerim arasında...
Ama şu sıralar gündemdeki en önemli iş, artık bir ev sahibi olmamdır. Çok şirin minik bir ev aldık sevgili eşimle.
Olmayanlara da nasip etsin Allah...
Ama mümkünse, inşaat halindeyken değil de, anahtar teslim olsun.

Sevgili dostum, editörüm, Serdar abim evimizi ilk gördüğünde "Siz bu evi bitirene kadar boşanırsınız valla" demişti. Ben de "Allah korusun canım" demiştim kendilerine... Ama haklıymış, insan tecrübeye kulak vermeliymiş şu hayatta. Allahım hayatımız bir kabusa döndü.
Şu anki durum şöyle; aynı katlarda yaşıyor ve sessizliği tercih ediyor, ağzımızdaki köpükleri silip duruyoruz.

Neler mi geldi başıma? Bütün evin kornişleri tepeme indi, perdesiz bir evdeyim. Tüm yer döşemem ağaç olduğu için çalıştı ve kabardı.
Evde hiç bir dolabın kapağı yok mesela terzi kendi söküğünü dikemez atasözü bu kadar mı doğrudur ama bu kadar mııı!!. Vitrifiye sorunu yüzünden dişimizi alt katta fırçalıyor, banyo yapmak için üst katı kullanıyor, diğer ihtiyaçlarımızı orta katta çözüyoruz.
Deeerken lağım patlıyor ve alt kat girilemez bölge ilan ediliyor... Artık daha çok arabesk dinliyorum. Ruhuma en uygun müzik türü bu şu sıralar... Eczaneye daha sık uğruyor, tansiyonumu ölçtürüyorum habire. Ama ne düşüyor ne çıkıyor anacım! Noyan da inanmıyor fenalaştığıma tabiii... Ciyak ciyak bir kadın geziniyor evin içinde dışında... Zavallı Noyan ise "Ben mi yaptım?" "Ben mi istedim karıcım yaa? Nazar bu nazar" diye yatıştırmaya çalışıyor bu deli kadını... bizim evin halleri şu ara böyle sizde ne var ne yok??...

Hadi ben müsadenizi istiyorum çünkü evin kapısı açık kaldığı için içeriye giren kertenkeleyi bulmam gerekiyor...Dualarınızı eksik etmeyin... Görüşmek üzere... Sevgiyle... Meral"
23.06.2006

İlk imza ilk heyecan:)



Yaşasın, çok mutluyum. Son zamanlarda yaşadığım aksilikleri düşündüğümde, söylerken bana da garip geldi ama mutluyum. Hayatın içinden küçücük mutlulukları ayıklama yeteneğine sahipseniz, hayat gerçekten her şeye rağmen güzeldir...
Bundan yaklaşık bir ay önce Gazi Universitesi öğrencilerinden sevgili Hacı Bekdur, “Merhaba Meral Hanım, ben Hacı” diyerek telefon açtı. “İyi de, hacı bir tanıdığım var mi?” dedim içimden. İç ses “Buyrun hacı amcacım”, dış ses ise “Kiminle görüşüyorum?” diye karşılık verdi. “Şey, Gazi Universitesi’nden arıyorum. Eğer mümkünse İclal Aydın’ı ve sizi okulumuza davet etmek istiyoruz.” Belli ki benim aracılığımla İclal Aydın’a ulaşmak isteyen biri diye düşündüm.”Tamam Hacı’cım, İclal Hanım’a iletirim ama benim orada ne işim olbilir ki? Beni boş verin” dedim. “Aa, olur mu! Biz sizi Gönderilmemiş Mektuplar filminden tanıyoruz.” Nasıl yani? “Buraya geldiğinizde görürsünüz” dedi. ( Bu filmin harikulade şarkısını söylemek ve klibinde oynamak bana kısmet olmuştu da!)
İclal’le konuştuk, sağ olsun beni kırmadı ve gitmeye karar verdik.İki Ankaralı olarak doğup büyüdüğümüz kente doğru yola çıktık. Telefon trafiği hiç kesilmiyor; ne zaman, nasıl geleceğimiz soruluyor, bizi karşılayacaklarını ve inanılmaz güzellikte bir hazırlık yaptıklarını söylüyorlar.
Geriliyorum. “Ne yapacağım orada yahu?” diye soruyorum. “Merak etme, çok keyifli geçecek” diyor İclal. Tabii kendisi alışık, ama ben ruhumu teslim etmek üzereyim...
Gözlerimi kapattıkça kendimi lise günlerindeki sözlü kabusunda bulup sıçrıyorum. Sürekli “Ya ben ne konuşacağım?” diyorum. Hacı arıyor: “Nerdesiniz Meral ablacım? Kapıda bekliyoruz sizi.” “Ay üşümeyin, girin içeri, geliyoruz” desek de anlatamıyoruz. Salon kapısının soluna benim, sağına İclal Aydın’ın fotoğrafları asılmış.İçeri girmemizle birlikte kıyamet kopuyor.(Benim için olmadığını biliyorum elbette, ama yine de çok hoş! Arada kaynıyorum işte, ne var bunda?) Sevgili İclal tüm zarafeti ve tecrübesiyle konuşmasını sürdürürken, ellerimi koyacak bir yer bulamadığımdan masanın üzerinde duran suyu, koca salonun önünde deviriverdim. Annemle ablam da orada ve bana öyle bir baktılar ki, beş yaşıma geri döndüm.
İlk yarım saat kimse bir şey sormuyor. Herkes çok keyifli, ben de tabii ki!... Sevgili İclal’i ve anılarını dinliyorum. Parmaklar kalkıp iniyor, sorular soruluyor, cevaplar veriliyor. O kadar kaptırmışım ki, neredeyse parmak kaldırıp ben de soru soracağım.
O MERAL BU MERAL
O sırada bir parmak daha kalkıyor ve “Müsaadenizle Meral Hanım’a bir soru sormak istiyorum” diyen bir ses işitiyorum.Önce üstüme alınmıyorum. Ama “O güzel sesli Meral Hanım” diye sorusuna başlayınca o Meral’in bu Meral olduğunu hatırlıyorum. Karşımdaki “Yazılarınızı zevkle okuyorum” diye devam ediyor. “Benim yazılarımı mı?” diyorum şaşkınlıkla, “Canım sen şöyle öne gelsene. Bak burası vip, benim koltuğum, otur ve rahat et ve bir daha söyle de herkes duysun bana soru sorulduğunu.”Salon yerlere yatıyor. O andan sonra çenem hiç kapanmıyor. Hatta olayı abartıp gençlere bir de şarkı söylüyorum.Havam yerinde, kendimi süper hissediyorum, daha doğrusu süper olduğum hissettiriliyor. Söyleşimiz adeta stand- up’a dönüşüyor. Harika vakit geçiriyoruz.
Söyleşi bittiğinde kalabalık üstümüze doğru geliyor. “Korkum yersiz, nasıl olsa İclal Hanım’a gidiyorlar diyorum, ki öyle oluyor. İki dakika sonra bir ses “Meral Hanım sizinle yalnız fotoğraf çektirmek isteyenler var, sizi şöyle alsak?” diyor. Ben de “Tabii ama umarım orada tek başıma beklemem” diyorum gülümseyerek. Aman Allah’ım, bakıyorum oracıkta bir hayran kitlesi oluşturuvermişim.Yaşasın! Hayatımın en zevkli fotoğraflarını çektiriyorum. O esnada kalabalığın arasından bir el uzanıyor ve kareli, boş bir kağıda imza atmam isteniyor. (O sırada aklıma babamın “Aman kızım sakın boş kağıda imza atayım deme” öğüdü geliyor. Ama babacım ne yapayım şöhret başımı döndürdü o an.) “Bu ne kız? Bomboş kağıda imza atılır mı?”diyorum. Harika bir cevap geliyor: “Biliyorum ki bir gün çok meşhur olacaksınız. O yüzden ilk imzanızı ben almak istedim.” O söz üzerine bir anda salonun döşemesinden yükseldiğimi fark ediyorum.
Şimdi müsaadenizle ayaklarımı yerden kesen ve beni inanılmaz mutlu edenlere teşekkür etmek istiyorum. Öncelikle G. Ü. İktisadi ve İdari bilimler Fakültesi öğrencilerine, daha sonra bizi kapıda karşılama nezaketini gösteren Aydan Üstündağ ve Haydar Lütfü Ejder’e, dekan yardımcısı (Ayol gencecik, çıtı pıtı bir kızcağız, inanamadım!) sayın Türel Yılmaz’a, sunumuyla gerçek yaşımı ortaya çıkaran Ceren Gündoğdu’ya, bana ilk ve tek soruyu soran Seda Damlabük’e ve bu söyleşinin gerçekleşmesi için çok emek sarf eden, titrek arkadaşım (O nedenini biliyor) sevgili Hacı Bekdur’a... Evet, haklıydın titrek arkadaşım! Sizlerle olmak, harika bir duyguydu. Sevgiyle...

imdatt!!! beni gazeteci sanıyolarrr!!! :SS



Evet ben de şaşırıyorum, ama aynen böyle gerçekten.... Şaka falan da yapıyorum. Bu nasıl iş anlamadım. Mail’ler, telefonlar ve utanmadan yüzüme karşı, dalga geçer gibi sorulan tuhaf sorularla karşı karşıyayım…

“Yaa Meral, sen gazetecisin bilirsin” şeklinde başlayan soru cümlelerindeki cüret karşısında dudaklarım uçuklamıyor değil. O yüzden küçük bir açıklama yaparsam kendimi rahat hissedicem.


1. Sevgili okurlar kaldırım, asfalt, belediye, haksızlık, tüketici hakları gibi sorularınıza ben nasıl cevap verebilirim, yaniii pess. Ahmet Vardar bildiğim kadarıyla bu işlerin piridir ve adamın canına okur çatır çatır.

2. Avrupa Birliği konusunda benden bilgi istemenize inanamadım. Ancak, her şeyi erbabından ve kaynağından öğrenmenizin yararınıza olacağını söyleyebilirim. Amaa “evlilik birliği” hakkında merak ettikleriniz varsa beni izlemeye edin derim.

3. Eski dergi ve gazetelerinizi temin etmek ya da falanca günkü falanca gazeteyi bulmak için arşıvleri karıştırmamı falan beklemeyin. Olacak şey değil.

4. Sevgili Nurhan Hanım, Allah razı olsun, yolladığınız değerli yazılarınızı seve seve okuyorum ama benden dergide bir köşe beklemeyin çünkü son köşeyi ben kaptım. Üzgünüm.


5. Bazı mail grupları İclal Aydın’a ulaşmak için elci olmamı istiyor. Hatta burnunun büyüdüğünü ve artık hiçbir mail’i cevaplamadığını söylüyorlar. Bir gazeteci olarak bu durumu nasıl değerlendirdiğimi soruyorlar. İnanamıyorum. Değerlendirmek? Bir gazeteci olarak? Bak görüyor musun, biri benimle kafa yapıyor diye düşünüyor ama mail’ler yediye sekiz çıkınca öyle olmadığını anlıyorum. Ayyy arkadaşlar, sabır yaa! Kadın gecesini gündüzüne katıyor, ben şahidim, çok ama çok çalışıyor. Üstelik gece yarılarına kadar derginin her türlü detayıyla ilgileniyor. Ne için? Elbette sizin için. O yüzden bu sıralar anlayışlı olursanız sevinirim. Ayrıca kendisini tanırım, hiçbir zaman burnu havada biri olmadı, aksine son derece alçak gönüllüdür diyorum ve kapıyorum konuyu.


6. Bu en tuhafı ama elime bir geçirirsem baltayla doğramayı düşündüğüm bir okurum var. Sayesinde iki tane sakinleştiriciyi birer saat arayla aldım. Aynen şöyle yazmış…ki öldürse daha iyiydi… vay efendim bu yaştan sonra yazarlığa soyunmak nasıl bir duyguymuş? Ne alakası var anlamadım ama “bu yaştan sonra” bölümüne takıldım kaldım.


7.Sevgili eşim Noyan’la, bir gazeteci olarak (söyledim size, şaka gibi) röportaj falan yapmayacağım. O benim gizli kahramanımdır ama belki ilerde… Neden olmasın?

8. Aynur abla sana inanmıyorum yaa! “Devlet dairesinde benim tanıdığım olsa ne yazar!” diyecekken, bana “Basının açamayacağı kapı yoktur” demen içler acısı bir durumu ortaya koyuyor. Kınadım.


9.Tiyatro ya da konser biletleri temini için bir sürü medeni çözümler üretildi, yani pess! Ben size nereden davetiye ayarlayabilirim? Yaaaaa gidin biletinizi alın, ayıp valla! Bu derginin sahibi ben değilim, yanlış anladınız, ben sadece bir A4 sayfasını dolduracak ve bir haftanızı gülümseyerek geçirmenize katkıda bulunacak bu güzel dergide tek bir sayfayım. O kadar! Beni sevin, okuyun, beğenin, eleştirin… Yazılarımla ilgili tabii! Ama bana gazeteci demeyin, çok ayıp. Ondan sonra olur olmaz her yerde devamlı azar işiten ben oluyorum. Tanımadığım onca insan beni gazeteci sanabilir, bunu anlayabiliyorum ama şu akraba topluluğum ve arkadaşlarımın bu enteresan soruları karşısında damarlarım çekiliyor, nefes darlığım tutuyor, yıkılıyorum. Yı – kı – lı – yooo – rum!

6 Mayıs 2009 Çarşamba

ilk sevgililer günü


14 Şubat 1999.Bu tarih yeni evli olan bendenizin ilk Sevgililer Günü. O gün tüm sevgililer gibi benim için de harika bir gündü. En azından öyle olmasını umuyordum. Tüm haftamı bu günü tasarlayarak geçirmiştim. O gece özel bir yemeğe çıkacağımızdan o kadar eminim ki…Fantezilerimi gerçekleştirmekte çok kararlıydım. Akmerkez’de leoparı andıran ne kadar şey varsa alıp eve getirdim ve yatak vahşi bir ormana çevirdim. Her taraf küçük mumlarla donatılmış, bir şişe kırmızı şarap, iki kadeh, ortada tek bir kırmızı gül ve evlilik resmimiz…

Yatağımız leopar desenli saten, üzeri kırmızı gül yapraklarıyla süslenmiş, her biri gerçek ve kaç para biliyor musunuz?... Neyse, sakin olmalıyım. Perdeler simsiyahtı ve içeride inanılmaz bir ambiyans vardı, görmeliydiniz.Sanki George Colleny ve Jenifer Lopez süiti.Müzik de tamam.Bakalım akşam nereye gidiyoruz? Telefon çalıyor.Arayan Noyan.” Tatlım hazırlan yemeğe gidiyoruz.” (Yaşasın!) “Tamam nereye?” diyorum, sürpriz olduğunu söylüyor .Çıkıyoruz yola. Yolumuz Gamze’lerin evine doğru uzanıyor.”Hayırdır?” dediğimde onların da bizimle geleceğini öğreniyorum.Hep beraber Japon lokantasında suşi yemeğe gittiğimizi öğreniyorum ve inanamıyorum.İkiye iki bir masaya oturtuluyoruz sırayla.Bari karşılıklı küçük bir masada otursaydık dediğimde, “bunun özelliği bu, adam önünde balıkları yapıyor, sen yiyorsun” deniyor. “Tamam,öyle olsun” diyorum. Hayatımda yemediğim suşının ne olduğunu, kusarken öğrenmiş oluyorum. Ne yapayım, daha önce hiç çiğ balık yememişim ki.İçkisiz yemeğimiz tabaktaki pirinç taneleri çubuklar yardımıyla yemeye çalışmamla iki saatte bitmiş oluyor.Oradan çıktığımızda çok aç olduğumuzu hatırlıyorum. Eve en yakın köfteci “Düldül”ün yanına arabayı çekip karnımızı güzel doyuruyoruz. Gecenin çok uzun süreceğini sandığımızdan saat ondan sonra ne yapılabileceğini planlamıştık tabii.”Nereye gidelim şimdi?” diyoruz Gamze’yle.( Kız halden anlıyor.) Vedalaşıyoruz.

Eve geldiğimizde yatak odasındaki tüm mumları yakıp hazırlıklarımı bitirmem yedi saniyemi almıştı sanırım.Çok heyecanlıydım, acaba beğenecek mi diye. “Noyaan, gelsene içeri canım” diye cilve yapıyorum. Noyan geliyor. Bugüne kadar hayatımda denemediğim bin tane figürü bir araya getirerek dans etmeye çalışıyorum. Noyan şaşkın halde, dans ettiğimi görmüyor bile ama gözü komodindeki mumların içindeki evlilik fotoğrafımıza takılıyor önce. Özlü bir yorum geliyor ardından: “Aaa, ne kız burası böyle, türbe gibi.Sanki ölmüşüz de dua etmeye gelmişler” deyip başlıyor gülmeye.Ama ben motivasyonumu hiç bozmuyorum ve onu müzik eşliğinde yatağa itiyorum. Tabii yatağın saten olduğunu unutuyorum ve sevgili kocam yere düşüyor. Kafasını tutarak “Anam anam, kafam, kayıyor bunlar be!” diye söylenmeye başlıyor.Dansımı yarıda kesip kalkmasına yardım ediyor ve tekrar yatağa yatırıyorum. Bu sefer üstümdeki leopar desenli geceliğime takıyor kafayı. “Hıımm, bu da ucuz onlardan galiba” diyor. “Aaa nerden çıkardın?” diye sorduğumda da “Elektrikleniyor, görmüyor musun?” diye yanıtlıyor. Allah Allah, acaba beğenmedi mi, deyip elektriklenme testine tabi tutmaya başlıyorum geceliğimi çaktırmadan. Ama azimle devam ediyorum. Sağımız solumuz küçücük mumlarla çevrili. Şaraba doğru yöneliyorum ki, Noyan’ın tavana dikili kalmış gözleri dikkatimi çekiyor. Şarap elimde, yatağın tepesinde, elektriklenme testinden yeni çıkmış geceliğimle araba sileceğine benzer bir halde son bir hamle yapıp, dans etmeye başlıyorum tekrar. Özlü cümleler art arda geliyor: “Karıcım, aman ha sakın uyuma! Valla yanarız bu kadar mumla! Allah muhafaza sabah bir tek dişimizden tanırlar, kömür oluruz” diyor. Birden başım dönüyor ve üstüne kusmak istiyorum yiyemediğim suşilerı.

“Yahuu Noyan, kömür ol emi! Hatta Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın! Delirdin mi be adam! Üstümde leoparlar, her yer püfür püfür erotizm kokuyor, inanılmaz güzel bir müzik, sekiz saate hazırlanmış mükemmel bir oda ve sen, evet sen!.. Kaç kadın böylesi bir geceye bu kadar güzel hazırlanıyor haberin var mı? Ve acaba kaçı şu an benim durumumda? Kömür ol emi Noyan, kömür olda bütün ülke ısınsın, o kadar yan yani! Nerede ulan benim şu panda pijamalarım? Haahhh şöyle, sana bu bile çok. İyi geceler Noyan, umarım Allah rahatlık verir de uyursun.Ne diyeyim ben sana, ne diyeyim ya!”

5 Mayıs 2009 Salı

HIDRELLEZ DİLEKLERİ...



İtiraf ediyorum: Şu an hayatta bulunduğum yeri, sahip olduğum tüm güzellikleri, makamı ve şöhreti iki kişiye borçluyum. Onların isimleri Hızır ve İlyas…

Sıkıntıya düşenlerin yardımına koşmalarıyla tanınan Hızır ve İlyas peygamberlerin 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece “buluştuklarına” ve “dilekleri gerçekleştirdikleri”ne inanılır. Bu inanış, zaman içinde Hıdrellez denen şenliklere dönüşmüştür.

Hıdrellez günlerinde özenle hazırladığım ve gül ağacının dibine bir bozuk para eşliğinde bıraktığım şahane çizimler olmasaydı kim bilir şimdi nerede, ne yapıyor olurdum sevgili okurlar. Hepiniz baharın gelişini haber veren, pikniklerde ateş üzerinden atlanarak kutlanan ve eşiz bir şölene dönüşen Hıdırellez’i bilirsiniz. (Bilmiyorsanız yazıyı okumayı kesebilirsiniz çünkü sizin için bu saatten sonra yapabileceğim bir şey yok.)

Açıkçası bu şölen kısmıyla hiç mi hiç ilgilenmedim bu özel günün. Hatta hayatım boyunca böyle bir aktiviteye hiç katılmadım. Tabii ki ilgilendiğim, bir ayin niteliğinde olan, Hızır ve İlyas bey amcalarımın uğrayıp, gül ağacının dibine bıraktığımız dilekleri alıp götürdüğü ve dileklerimizin hepsinin gerçekleştiği kısım. Bakın bundan hurafeymiş gibi bahsetmiyorum hiç. Bizzat tarafımdan denenmiştir. Hatta bu konuda yalnızda değilim.

Ben ve klanım bu geceyi pek severiz. Kozmopolit şehir, başkent, köy, kasaba demeden bir bayram havasında el altından telefon edilir tanıdıklara. Cümleler kısa ve net:” Gece dilekleri gülün altına bırakmayı unutma.” O andan itibaren herkes işi gücü bırakır ve başlar isteklerini kağıda dökmeye. Öyle yazı karakteriyle filan değil. Resmedilir en özel dilekler. Hadi çizimi iyi olanlarımız için sorun yok. Resim yeteneği Cin Ali çizmekten öteye gitmeyen üyelere ne demeli? O yıl içinde koca ayaklı, büyük baş hayvanlarımızdan birinin yaladığı düşünülen saçlarla, 45 kilo ağırlığında yağız bir delikanlıyla aşık olduklarında buna bir anlam veremezler. Ya da çizmeye çalıştıkları X5 cinsi arabanın kendilerine dönüşü bir traktör şeklinde olursa suçu Hızır ve İlyas bey amcama atmasınlar lütfen.

Velhasıl bu yıl da geçen yıllardan farklı olmadı aslında. Ablam ve kuzenim aradılar. Ben hasta hasta yatarken onlar da arabada çizim yapıyorlarmış. Ama başlarına gelen benim başıma bile gelmez herhalde. (Bu konuda ne de olsa sabıkalıyım.) Bizimkiler belki unuturlar diye eşe dost için de çizim yapmış.

Eklenecek bir şey var mı diye düşünürken kuzenim karanlıkta çizim yapmaya çalıştığı kağıdın kredi kartının ekstresi olduğunu fark etmiş. Neyse, İlyas amca gelmese bile, gelen kişi ödemeyi de yapar herhalde diye gitmişler evin önüne. Ama daha bitmedi. Dileklerin bırakılacağı gül ağacın dibine varmışlar ama gül ağacının yerinde yeller esiyor. Orada öylece kalakalmış iki çılgın. Çizmek için uğraştıkları evlere, arabalara, universitelere, en çok özen gösterilen müstakbel sevgililere ya da tomar tomar paralara mı yansınlar, isteklerinin gerçekleşmeyeceklerini düşündükleri koskoca bir yıla mı?

Neyse, uzatmayalım. Ellerindeki milyon dolarlık dokümanları, bugünleri düşünerek bir gül ağacı dikmiş olan arkadaşlarına emanet edip huzur içinde uyumuşlar. Dilekleri olur mu, olmaz mı, bilinmez. Ama ben Hızır bey amcamın ilgili makama bildirdiği ve gerçeğe dönüşen dileklerim için şükrederek uykuya daldım. Umarım siz de o gece kendiniz için en iyisini dilemişsinizdir. Belli mi olur. Ya gerçekleşirse?

2005

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Herşeye rağmen...


Aldığım mail’lerde şu soruyla sık sık karşılaşmaya başladığım için yazıldı bu yazı:”Hayat sizce bu kadar komik ve güzel mi?”

Bir yazımda Ankara kaçamadığıma söz etmiştim, bilmem hatırlıyor musunuz? Uzun zamandır görmediğim akraba ve dostlarımla nasıl huzur verici, kahkaha dolu iki gün geçirdiğimden bahsetmiştim,hayatıma kattıkları güzellikler için Tanrı’ya şükretmiştim.Ama bu seferki gidişim pek iyi bir gidiş olmadı. Hem de hiç… Bir hafta önce gece yarısı telefonum çaldı. Uzun zamandır tedavi gören, çok sevdiğim birini kaybettiğimizi öğrendim. Apar topar Ankara’ya gittim.Evden içeri girmemle birlikte ardı arkası kesilmeyen kötü haberler aldım. Ardından da bir sakinleştirici… Kuzenlerimin biri kadınlığının en güzel çağında göğüs kanseri olmuş, göğsü alınmak üzere hastanede yatıyor. Ağabeyimin in yakın dostunun erkek kardeşi bir aile tartışmasında araya girdiği için kendi akrabası tarafından bıçaklanarak ölmüş, henüz 32 yaşındayken. Midem iyice sıkışmaya başladı…İki gün sora bir diğer kuzenim tümör teşhisiyle tetkik altına alındı.Final haberi: Bir cenaze törenine katılmak üzere yola çıkan yedi akrabam karşı yönden gelen bir tırın altında kalarak hayatlarını kaybetti.Sağ kalan yok… Belki biraz hava değişimi iyi gelir umuduyla kızları aradım. Ama hüsrana uğradım.”Meral’ciğim, Zeynep kötü, hem de çok” dedi Berrin. Yüreğim ağzıma geldi. “ Nasıl yani?” diye sordum.Eşi tarafından incitildiğini öğrendim.

20 yıldır tanıdığım, son nefesime kadar yanımda olmazsa olmaz dediğim, hayatta hiçbir şeyi kötüye yormayan, herkesin eğlence kaynağı olan ve bir kez bile evliliği yada hayatıyla ilgili en ufak bir sır vermeyen, gözünde bir tek gün bile yaş görmediğim can dostumu gördüğümde tanıyamadım.Hayatı boyunca yüzünden gülümsemesi eksik olmayan dostum eşi tarafında fena halde aldatılmış.Bir kızı var ve ayni durumdaki birçok kişi gibi o da kalmakla gitmek arasında bir yerdeydi. Yıllarca herkesin sorunlarına çözümler bulan, ne zaman sıkıntıda olsam beni cehennemin dibinde bile bulup çıkaran, yüreği kocaman dostum başını dizlerime koymuş hıçkıra hıçkıra ağlarken, yapacak bir şey bulamıyor, yalnızca saçlarını okşuyor ve sakinleştiriyordum zeytin gözlümü…

DÜNYANIN EN ZOR ŞEYİ
Biraz kendimle konuşmak üzere uzun bir yürüyüş yapmaya karar verdim. Yolda kaldırım taşlarını tek tek sayarken hafızamın yettiği günden itibaren hayatımın içinde olan bu insanların bir şekilde beni terk ettiklerini ve yine bir şekilde terk edildiklerini düşündüm.Anılarıma,heyecanlarıma, çocukluğuma, ergenliğime, anneliğime, gülüşlerime, gözyaşlarıma, sırlarıma, sevgilerime ortak olan sevdiklerimi… Aldığım mail’lerde şu soruyla sık sık karşılaşmaya başladığım için yazıldı bu yazı:”Hayat sizce bu kadar komik ve güzel mi?” Değil tabii, değil elbette. Buyurun bir de madalyonun öbür yüzünü aktaralım, bakalım ne olacak… Mail grubumda bana bu soruyu sık sık yönelten bir dostuma ve böyle düşünenlere cevabım olsun bu. Neye yaradı? Bence hiçbir şeye. Sizi üzmekten başka… Evet sevgili Aslı, haklısın! Hayat, her zaman o kadar da güzel değil, bu doğru! Hele hele komik hiç değil. Çok zor,çok acımasız, çok yıpratıcı ve oldukça yorucu, bu da doğru… Ama eğer bunca mutsuzluk ve buca kader içinde yaşamdan tek tük de olsa hoş bir şeyler çıkarabiliyor, insanlara bir iki dakikacık da olsa tebessüm ettirebiliyorsa birileri, bundan daha güzel ne olabilir ki? Çünkü bilindiği gibi dünyanın en zor şeyidir aslında her şeye rağmen gülümsetebilmek.

2005

Yahu siz gerçekten marslı mısınız?



İçimdeki boşluğu nasıl doldurabilirim? Sıradan problemleri olan bir kadın, ne gibi uğraşlar bularak erkeğinin dikkatini çekme duygusundan vazgeçebilir?” Bu soru günlerce beynimi yememe neden oldu… Kendimi yedim, yedim bitirdim, hop oturup hop kalktım,olmadı…Pencere yüksekliği de yeterli değil; hani düşsen, sakat kalıp ölemezsin de şimdi. Havagazını açtım, yine çözüm olmadı…

Beş yıllık evli bir kadın olarak eşimden ilk günden beri aynı şeyleri istiyorum. İtirafımdır. ( Oysa asla sıradan problemlerim olmayacaktı benim, söz vermiştim kendime.) “Aşkım biraz da benle ilgilensene.Yoksa beni sevmiyor musun? ... ‘’Televizyon seyretmesek de mum yakıp şarap içsek biraz,sonra şöyle uzun uzun sohbet etsek ne dersin’’? ... ‘’Hayatım!, yahu sana kaç kez söyledim, şu çoraplarını salonun ortasında çıkarma diye!… ‘’Ya aniden bir misafir gelse, hı’’? … ‘’Bana bak sevgili koca hanı şu beş aydır tamir etmen için boynunu bükmüş ‘benim menteşem nerede’ diye yalvaran dolap kapağı var ya… ‘’Hani, biraz daha beklerse oraya seni yerleştireceğim, haberin olsun!”

Düşünün ki bunlar ilk yıllardaki basit problemler. Vır vır dır dır… Eee, ne oldu sonunda? İşte en kötü tarafı da bu… Ben artık sıradan problemleri olan evli bir kadınım… İşte parola bu. Üstelik kariyerin ne olursa olsun; okumuş okumamış, mastır yapmış yapmamış, yurtdışında en güzel üniversiteleri bitirmiş bitirmemiş, hiç fark etmiyor.Hatta öylesi daha da hüzünlü, değil mi?Sen tut koskoca dekan ol yada koca koca şirketler önünde diz çöksün,ama sıradan ol! Olacak şey değil valla.
- Bak karıcım, sen çok boşta kaldın, kendini bana daha fazla yoğunlaştırdın, oysa bir işe girsen hepsi geçer!Yeni insanlar, yeni çevre…
- Yahu ne alakası var şimdi? Bak hayatım, elbette çalışsam seninle fazla ilgilenemem, doğru ama biz şirket kurmadık ki seninle..Ya da bir zamanlar aynı cephede savaşmış ve günün birinde İstanbul’da yolları kesişip aynı evde yaşamaya karar veren asker arkadaşı değiliz.Diyeceğim o ki, sadece benin gibi çalışmayan kadınların sorunu değil bu.Ömer’in karısı Arzuda çalışıyor, ablam da.Hatta Ayfer,Nezaket, Emel, Bülent’in karısı Gamze ve daha ismini hatırlamadığım binlerce arkadaşım da…Hem şöyle bir düşündüm de benim dışımda galiba hepsi çalışıyor, biliyor musun?
-Hadi yaa!
- Yaa! Peki onların sorunu ne biliyor musun?
- Yoo.
-Çalışan ve sıradan problemleri olan kadınlar olmak!
-Yahu karıcım iyi dedin de aklıma bir şey geldi…
- Ha canım?
- Onu bunu bırak da biz bu akşam ne yiyeceğiz? Ölüyorum açlıktan yaa. Hem birazdan Fenerin Manchester’la maçı var.Hadi be hayatım, sen ayarlarsın bir şeyler. Karısının ‘o’na bir şey demek gelmez içinden o anda.Yalnızca şöylee bir derinden bakar, o gün bugündür bakar ve hala bakar. Ve der ki:
- Ya bak kocacım benim de aklıma bişi geldi aniden.
- Neymiş o kara koyunum?
- Yahu siz gerçekten Marslı mısınız? Bir arkadaşım bana bu konuda üç ciltlik bir kitap vermişti de kale almamıştım.”Yok be Pınarcım! Ne Mars’ı Mursu, bizimki Antakyalı!” demiştim.Oysa şimdi böyle olmadığını düşünmeye başladım.Şey diyeceğim, eğer bu doğruysa, sahi bu Mars’tan niye geldiniz ki? Orda nasıl olsa bir takım kurar, futbol oynayabilirdiniz ya da panço yer,bira içer,purolarınızı- sigaralarınızı tüttürürdünüz.Hatta üçlü koltuğa her daim siz uzanabilirsiniz pekala!... Ee bu durumda Venüslü olan bizler de en azından sizleri hiç görmemiş ama varlıklarınızı bilen bir ırk olarak,sizlerle ilgili tatlı hayaller kurar,öylece dalıp giderdik başka boyutlara…Ve belki hayal ederdik bir parça, Mars dışında başka bir hayat olup olmadığını…

Yani erkeklerin nereden geldiğini pek bilemiyorum ama bizler galiba gerçekten Venüslüyüz sevgili hanımlar. Onun için gelin sıradanlığımızı kabul edip,buna bir problem değil,”Marslılarla ortak yaşam çatışmaları ve çalışmaları” diyelim, ne dersiniz? Çünkü bana göre hiçbir Venüslü kendi seçimlerinden kolay kolay vazgeçemez.Vazgeçmemelidir de.Çünkü o bir Vünüslüdür.Güzellikler,umutlar,hayaller ve sevgi ülkesi olan Venüs’ten gelmiştir.Ve bir Venüslü asla unutmamalıdır ki,hayat gerçekten hoşşşş gerisi de boştur,booşş…Yolumuz aydınlık olsun,sevgi yolu olsun,benim canım Venüslülerim.Hoşça kalın…

Televizyonları sarımsaklasakta mı saklasak


Dün gece epeydir seyretmediğimi fark edip, hazır Noyan da dışarıdayken ve kanepe bana kalmışken, aldım elime kumandayı, hop o kanal, hoop bu kanal, keyifle dolaşıyorum. Ama süre sonra hiçbir kanalda sabit kalamadığımı ve kıpır kıpır, deli saraylılar gibi dolanıp durduğumu fark ettim.
Sevdiğim bütün dizi ve programlar aynı saatte mi toplanmış, ne oluyor? Çaresiz, dizilerden vazgeçiyor, bari dedikodu programlarına takıliim, diyorum. Aman Tanrım! Ee beni dizilerde aradığım bütün kahramanlarım burada. İlk haber: “İstanbul Şahidimdir” yayından kalmış. Nasıl olur? Bu iş bu kadar kolay mı? İnsan bari verilen emeğe acır, ayıp yaa! Kaliteli diziler neden reyting canavarına yeniliyor? Ya da kanallar savaşıyorsa izleyici neden güme gidiyor arada? Anlayamıyorum... Neyse, bir diğer haber “Bir İstanbul Masalı” ve “Haziran Gecesi” ile ilgili. Onlar da atışıyorlar, gerçi bu onların özeli, tartışırlar, barışırlar ama kızıyorum ne gerek var diye!
Neyse, kalbim bu atışmalara dayanmıyor. Bari dünyada neler oluyor ona bakayım diye haber ararken bir bakıyorum ki Banu Alkan TV’de! Kenarları pırlanta taşlı gözlükleriyle, “Ben buraya çiftçi olmaya geldim” diyor, üç adet pırasayı toplamaya çalışırken. Bu sırada, yudumladığım çay ağzımdan burnumdan geliyor... Güllü, Ceylan, Ferhat Güzel... Takılıp kalıyorum her nedense ama meraktan değil, sanırım yüzüme felç iniyor... Ferhat Güzel’in “Kimse benin ismimi kullanıp bir yerler gelmeye çalışmasın kardeşim” demesi taşikardi geçirmeme neren oluyor! Güllü ve Ceylan neden burada anlamıyorum. Hele hayatında elene kazma kürek almamış gibi davranan Ferhat Güzel beyi hiç!... Yahu Ceylan ve Güllü’yü nereye istersiniz bırakın, eminim taşın suyunu çıkarırlar, Anadolu kadını onlar, köyü, kenti, taşı, toprağı bilirler.Ee bu durumda bu kadıncağızların çiftçi olmasının ne anlamı var?Ama diyorsanız ki amaç Banu Alkan’ı çiğ çiğ yemek, tamam bunu anlayabiliyorum. Ama lütfen yapmasınlar, kadının şevki kırılıyor, o bir çiftçi. Otrişli çiftçi görmediniz mi hayatınızda, sorarım size...

Bu arada bir diğer kişi... Ki bu kadar sakin olduğu için kendisini ilk gördüğüm yerde alnından öpmek isterim... Zavallı Hilal Cebeci! Güzel’in gereksiz tacizlerinden dolayı tam bileklerini kesecekken, Allah yardım ediyor da o hafta elenen kişi oluyor... Aman yarabbim, bu şahıs insanların özel hayatlarını taciz edip, hakaret sınırlarına taşıyor da kimse “Dur yahuu! Ne oluyor?” demiyor. Neden? Reyting yapıyor program! Ama “İstanbul Şahidimdir” yanından kalkıyor. Ehh, bu durum beni sinir ediyor. Protesto edip geçiyorum.
Bari biraz müzik dinleyelim diyorum. O da ne? Yemek programları gündüz kuşağında değil miydi? “Tekrar” mı acaba diye bakıyorum, saçları civciv sarısı bir arkadaşım şakşuka tarifi veriyor. “Doyamadım, tadamadım, yiyemedim, şakşukaaaa.” Delirmek üzeriyim, zaplıyorum, derviş bir dede çıkıyor karşıma, hayalet hikayeleri anlatıyor. Ödüm patlıyor, tüylerim diken diken oluyor. Yüzüme inen felç bedenime de inmek üzere!

Bari iki reklam seyredeyim, reklamları da gasp etmedi ya bu reyting canavarı, diyorum. Ama yanılıyorum çünkü reklamlar kendi kuşaklarında değil, dizilerin arasında yer alıyor. Çok ama çok sıkıcı bir gece geçiriyorum. Hepsi reyting canavarı yüzünden. Bir şey dediğin zaman da dil pabuç kadar: “Efendim halk bunu istiyor.” Yıllar önce soluksuz izlediğim siyah beyaz filmler, reklamlar, diziler, hatta saat kurup ailecek sabahlara kadar heyecanla beklediğimiz boks maçları geçiyor gözlerimin önünden. Televizyon kapanırken rap rap yürüyen asker amcaları özlüyorum. Sahi iyiler mi? Ne yapıyorlardır şu an? Yeminle özlüyorum, hatta program arasındaki kesintilerle ekrana gelen vazoyu bile. Gecem ziyan, ben ziyan, yatmaya gidiyorum...
Rüyamda “Kurtlar Vadisi”ndeki amca Esma Arhan’la İtalya’da, bir haziran gecesinde evleniyor ve “Kınalı Kar”a balayına çıkıyorlar. “Kınalı Kar”da Kunta Kinte’yle karşılaşıyorlar.Kunta Kinte “Yaaa özgürlük!” diye inlerken, bizim Anıtkabir’deki askerler adımı palas pandıras kapıp götürüyor. Yer misin yemez misin!... Zavallı Kunta “Melekler Adası”na göç ediyor. Kan ter içinde, canım burnumda uyanıyorum ve TV seyretmemeye uzun bir süre için töööbe ediyorum.

2005

1 Mayıs 2009 Cuma

Botox yaptırdım hayatım…



Otuz beş yaş krizi mi, bilmiyorum ama sinir bir şey!... Aynayla hep kavgalıyım son günlerde. Diyet yapıyorum, saçlarımı daha sık boyamaya başladım, saçım, derken sakalım bile beyazlamış! Dar kot pantolonlara girmeye, göbeği açık bluzlara sığmaya çalışıyorum. Fazla gülmemeye başladım; yüzümde herhangi bir kırışıklığa meydan vermek için! Müzik zevkim de değişti. Nedense gençliğimi daha sık düşünür oldum. Gençlerle sohbet etmek bana daha cazip gelmeye başladı. Adeta 18’lik bir kız gibi dolanıyorum, şu çok popüler çizgi kahraman Shrek’e benzer halimle…. Ne yani?...
Yoksa yaşlanıyor muyum!./&%++//..

Bu, bu korkunç bişiii! Hemen harekete geçmeliyim… Türk’üm, doğruyum, evliyim, çocukluyum ve yaşlanmak istemiyorum! Ne bu yaa?... “Hadi kızım, kendini iyice bıraktın. Hazır kocam da iş seyahatinde; üç gün yok!” diyorum ve hoop güzellik merkezinin kapısında buluyorum kendimi. Hoş giyimli, güzel bir hanım tarafından karşılanıp, doktorun odasına alınıyorum. Yakışıklı doktorum bendeki potansiyelin farkına varmış olmalı ki, yaklaşık 200 kadar iğne yapıyor yüzüme. Ölüyorum!! Tanrı acı çekiyorum, hem de çook! Ama mutluyum. O anda kadın olmanın ne cesaretli bir iş olduğunu bir kere daha anlıyorum. İşim bittikten sonra aynada kendimle karşılaşınca baygınlık geçiriyorum çünkü yüzüm gözüm mosmor! “Geçecek!” diyor doktorum ve eve doğru yola koyuluyorum… Kapıyı sessizce açıyorum. Selvinaz ( Bundan böyle kendisinden sıklıkla söz edeceğim yardımcım) karşımda bir çığlık atıyor. “Şşiişşt, yok bişiiii!” diyorum ama çığlığı zılgıtla karışıyor, “Vah vah!” gibi bir şeyler diyerek dövünüyor. “Kız sus!” diyorum, “Vah hanımım, sana ne oldu böyle?” diye dövüyor dizlerini yine. “Kapkaççılar mı?” diyor,”Yok” diyorum. “Araba mı çarptı yoksa, doğru de, Meral Hanım’cım!” diyor. “Ya yok, dur, botoksss!” diyorum, anlamıyor! Yüzümün şişi yetmezmiş gibi, dilim de şişiyor açıklayana kadar ve sonunda anladığı da “bence hiç akıl olmadığı” oluyor… Buz kompresleri, ağrı kesiciler fayda etmiyor; ölüyorum adeta. Gece geçmek bilmiyor. Yalnızca sırt üstü yatabiliyorum. Sağa sola dönmek ne mümkün, olacak gibi değil; bir ağrı kesici alıp daha yatıyorum. Üçüncü gün daha sakin… Ağrılarım yok gibi, morluklarım da yeşerdi! Suratımda bir tuhaflık var gerçekten. Kendimi gürbüz çocuklara benzetiyorum; ay gibi parlak, tombalak, hiç kırışıksızım. Aman Allahım! Nerdeyse 20’li yaşlarımdayım! En azından daha öyle geliyor. Kaşlarım hareket etmiyor. Ne de olsa geçici felç oldu. Eh, biraz tepkisiz bir ifadem var ama olsun. Buna değer, güzelim ya… Akşam eşim Noyan geliyor. Yemekte bana seyahatiyla ilgili bir sürü şey anlatıyor. Büyük bir ilgiyle onu dinliyorum. O olsa sürekli “N’ooldu, kızdın mı?” diye sorup duruyor. Anlam veremiyorum… Sonunda patlıyor: “Yanı Meral, sana hayatımızla ilgili inanılmaz kararlar aldığımdan bahsediyorum, pess yani! Bu kadar olur! Ne bu şiddet, bu celal? Seni kızdıracak bir şey mi yaptım? Bana böyle bakma. Bu kadar kaş çatacak ne var?” diye isyan ediyor. “ Yok hayatım yok,yanlış anlama” desem de anlatamıyorum. En sonunda “Botoks” diyorum, “ Şey, botoks yaptırdım da hayatım.” Noyan önce şaşkınlıkla bakıp, sonra bir kahkaha fırtınası ile sandalyenin bacağını kırıyor. Başıma geleceği de biliyorum tabii. Bunu açıklarken Tanrı’nın çeneyi her ne kadar kadınlara verdiği düşünülse de erkekler bu konuda bana göre daha başarılı. En azından kendilerini haklı gördükleri bir konuda, en ufak bir açık verip “Haklısın kocacım” dedin mi, o konunun haklılığı üç gün falan tartışılıyor. Neyse, sabırla dilinin şişmesini bekliyorum. Oh, neyse yoruluyor, ama son sözü Selvinaz’ınkiyle aynı: “Sende hiiç akıl yok” “Oysa bu bir başlangıç” diyorum içimden. Aldırmıyorum ve hemen ertesi gün saçlarıma kaynak yaptırmaya gidiyorum…:)

2005

Yaşlanmak...


Yaşlanmaktan daha kötü bir şey olmadığını mı sanıyorsunuz ?Olmaz mı hiç? YaşlanAAAmamak!

Şaşırdığınızı biliyorum, hiç bir baskı altında kalmadım, başıma saksı da düşmedi.Yaşlanmaktan korkarım ve sürekli bundan bahsederim,haklısınız.Ama öğrendim ki,ağız tadıyla yaşlanmak çok daha güzelmiş.

Malum,baharın tatlı esintileri başladı.Yenilenme zamanı,tüy dökme mevsimi.Kış boyunca aldığımız ve kazakları altına sakladığımız kiloları gizlemek gitgide imkansızlaşıyor.Yerçekimine karşı verdiğimiz savaş da ayrıca sürüyor.Konuyu kendime getireceğimi tahmin etmişsinizdir.Bu sefer ne yaptığımı merak ettiğinizi biliyorum.Botox serüvenimde ikinci raunt: Sonuç bu sefer facia . Noyan bir süreliğine hafif dozda bir antidepresan kullanmanın beni rahatlatacağını söylüyor… Hayır bir şey değil, bu sefer kızları da kandırdım…

KIZLAR BOTOX’TA

Botox sırasının gelmesini bekleyen bir hanımefendi “Ne kadar cesursunuz! Ben tam iki saattir bu iğneleri nasıl yaptıracağımı düşünüyorum” dedi. kızlar yetmezmiş gibi yarım saatte onu da ikna ettim tabii.”Hanımefendi hiç acımıyor, korkmayın. Hem biz kadınlar ne acılara dayanıyoruz, bu ne ki?” diyerek hanımefendiyi de aramıza kattım.Nereden bilebilirdim kadıncağızın acı eşiğinin çok düşük olduğunu ve en ufak bir acıda bayılacağını!

Alnına uyuşturucu krem sürülen kızlar sırayla içeri alındı.”Allah’ım bu da ne?” dedim; içeri güle oynaya giren,dışarı kan revan içinde ve mosmor çıkıyordu.Yoo,ben daha önce botox yaptırdım, hiç böyle kanlı olay değildi bu.Parasını da ödedik, artık geri dönüş yok diye düşündüm.Bir kez daha gördüm ki,para insanın canından bile değerli olabiliyormuş. Acılar içinde biten bir botox seansı sonunda yüzümüz,gözümüz mosmor döndük eve. Tamam da bir tuhaflık var bu işte.Sol göz kapağım neden diğeriyle aynı zamanda kapanmıyor? Aman Tanrım yoksa kalıcı bir felç mi geçiriyorum? Neler oluyor böyle? İki hafta sonra değişimleri görmek için hepimiz bir araya geldik.Evet, yine bir beş yaş fark etti ama görünüm feci,herkes az önce trafik cezası yemiş gibi geziyor.”Ne kızacağım,asıl sen kızgınsın” diyor diğeri.Anlayacağınız kızgın bir gençleşme! Madem kızacaksın,ne diye gençleşmeye merak sarıyorsun kardeşim!

Yok yok , bu adam kesin yanlış yere yaptı iğneleri.Kaşlarım alnımım tepesine çıktı,saçımla bütünleşecek neredeyse; o kadar kızgın görünüyorum! Allah’ım, üstelik ne gülebiliyorum ne gerçekten kızabiliyorum ne üzülebiliyorum!Etrafımdakilerin tek söylediği şey “Senin bir şeye mi canın sıkıldı?” Bilenler de dalga geçiyor Kuzenimle çok duygusal bir anımı paylaşıyorum,” Ya Meral abla,anlıyorum çok iyi niyetle anlatıyorsun bunları ama senden korkuyorum,çok kötü bakıyorsun. Ya ne olur sende her kes gibi bazı şeyleri kabullenip huzur içinde yaşlansan?” diyerek sini krizi geçirmeme sebep oluyor ama botox’luyum ya, kriz geçirdiğim bile anlaşılmıyor.Ağlamak istiyorum çünkü çök haklı!

Ne yaptım kendime böyle? Be kadın! Sen Allah’tan daha mı iyi bileceksin? Bak bir kaşının kalkması nelere mal oldu! Güldüğünü, üzüldüğünü, sevincini, o yüzünün bin bir şekle giren halini altı ay kimse göremeyecek . Oysa sen doğal halinle güzelsin, bunu ne zaman anlayacaksın? O gülüşlerin, üzüntülerin sana kattığı güzelliği iki iğne darbesiyle yok ettin! Doğru, aynada gerçekten genç görünüyorsun ama asıl gençlik bedende değil ruhtadır,bunu bir kabul etsen…

2005

Beylere serzeniş...

Sevgili beyler, siz siz olun, bir kadına asla;
“- Ne gerek var şimdi kuaföre gitmeye? Sen böyle de güzelsin” gibi anlamsız sözler sarf etmeyin.Unutmayın ki, kadınlar enteresan varlıklardır, gerçekten samimiyetle kurduğunuz böyle bir cümle, size inanamayacağınız zararlar verebilir...
Hele ki saçına aklar düşmüş, 30’larını geçmiş bir kadına söylerseniz bu cümleleri bittinizz... o beyaz telleri göre göre “Çokk güzelsin” demeye kalkmanız genelde her iki tarafın da zarar görmesiyle sonuçlanabilir demedi demeyin... Nasıl mı? Çok basit...Bizim dahada güzelleşmek adına yaktığımız saçlarımız ve sizin kredi kartlarınız…
”Kadınlar çiçektir” dersiniz ya daima, eh bu çiçekler sulanmak, bakılmak, sevilmek ve ilgi isterler.Bir de değişimleri fark etmenizi…Mesela saçının rengi, evde yaptığı birkaç küçük değişiklik, yatak odanıza koyduğu mumlar,yeni aldığı bir bluz gibi.Aksi takdirde ''Bak işte! gördün mü! kendime bakıp bakmamam bir şey ifade etmiyorrr! yada, ''Yoksa hayatında biri mii varr? Artık beni sevmiyor, eskidim” şeklinde düşünceleri birinci asliye hukuk mahkemesine kadar götürebilir sizi.Şahsım adına, düşüncelerimde Noyan’ı Şişli Asliye Hukuk Mahkemesi’ne çook gönderdiğimi söyleyebilirim.

Size dün yaşadığım bir olayı anlatmazsam çatlarım.Geçenlerde,estiler ve aniden kuaföre gitmeye karar verdim. Sapsarı saçlarımı biiir güzell kızıla boyattım. Fark etmemek için insanın ya gözünde bant olması lazım ya da kolunda üç noktası…Kuaförüm Soner” Meral Hanım size öyle bir saç yapacağım ki 10 yaş birden gençleşeceksiniz” diyerek yüreklendiriyor beni.Nasıl yüreklenmem? “10 yaş” diyor yahu.Daha ne ister ki bir kadın? Neyse iki saatin sonunda kınalı kuzuya dönüyorum ama sonuç güzel. Ehh, ne de olsa değişimleri seven biriyim. Arabayla dönerken bir ilanla karşılaşıyorum:”Tırnak Merkezi”.Hmmm, tırnak protezi yapılıyor…Yıllardır istediğim halde oğlum yüzünden uzatamadığım tırnaklarım birden geliyor aklıma.Hoop, bir de tırnak taktırıyorum başlamışken.Eve döndüğümde yeni tırnaklarımla kapıyı açamıyorum.Bu yüzden Selvinaz’dan azar işitiyorum tabii... “Sana kaç kere anahtarını al dedim. Çocuğu uyutuyorum Meraal Hanım” diyor... Akşam eşimi karşılamak üzere çoluk çocuk kapıdayız. Ve Noyan geliyor…”Hoş geldim canım” diyerek gözlerine bakıyorum ışıl ışıl. İlk cümlesi “Hoş bulduk, hayırdır bir yere mi gidiyoruz?Valla kusura bakma, akşam maç var” oluyor.
Motivasyonunu çabuk kaybedenlerden değilmiş gibi yapanlardanım. O yüzden yılmıyorum, oturuyorum masanın başına yine ışıl ışıl.Ağzında ekmek parçası, göz göze geliyoruz bir an.Hah diyorum, fark etti.”Kız ne bakıp duruyosun öyle baygın balık gibi?” diyor.”Hiiç”.diyorum. “ Bana bak, yine kredi kartının ekstresi geldiyse biliimm yanii hiçç yemezler...Abartılı bir rakam olmasa sen böyle melül melül bakmazsın!”diyor…Bu arada dikkatimi fazlasıyla çeken bir şey var: Çatal elimde durmuyor. Sayıyorum, tam sekiz kez düşürmüşüm.Aa, aaa, ne çatalı tutabiliyorum ne de bıçağı. “ Ne oldu kara koyunum, alzaymır mı oldun yahu, elinde ne varsa düşürüp duruyorsun!”(Yahu bakıyorum da bu tırnağı biraz uzun taktırmışım be. Pilav servisi yapmaya çalışmam da anlamsız oluyor bu durumda… Neyse,”ya sabır” diyerek atıyorum kaşığımı çorbama. Tam o sırada oğlum bana çarpıyor ve çorba benimle bütünleşiyor. Hem de sıcak, çook sıcak bir halde…Avaz avaz kalkıyorum, Noyan beni banyoya kadar taşımak zorunda kalıyor. Yok, kibarlıktan değil, Halılar kirlenmesin diye! Duşa atıveriyor beni. Kaşım gözüm o mücadelede mercimeğe bulandığından duş almak zorundayım. Şaka gibi geliyor anlatınca. Ben bile inanamıyorum.Noyan başıma suyu tutarken, ben acıdan üstümü başımı çıkarmaya çalışıyorum. O acılı halimle yeniden göz göze geliyoruz. İnanır mısınız, o halde bile “Acaba fark etimi?”diye düşünmediysem kör oliiim. Noyan’da bir telaş bir telaş.”Ne oldu?” diyorum,”Merak etme, dur karıcım, iyi misin?” diyor.Allah Allah, geçen gün Arzu sandalyesiyle üçüncü ayak parmağımın yemek yemeye kalktığında ve acıdan havale geçirdiğim sırada bile bu kadar ilgilenmemişti…”Ne oldu?” diyorum. “Hayatım kanıyorsun! Heryer kan içinde, baksana! Çabuk çıkar üstünü, hastaneye gidelim!Vah Vahh!Tühh tüüh!” diyor.Suyu kafamdan çekerse saçlarımın boyasının akmayacağını söylüyorum gözün dönmüş bir halde...farketdilmiyor hala..halaa...

2005

Aynı cümlelerle...


Çocuğunuz mu var ya da çocuk sahibi mi olmak istiyorsunuz? O halde tüm “ ben”liğinizi bir daha asla ulaşamayacağınız bir rafa kaldırın. Bırakın tozlansın çünkü ihtiyacınız da olsa tekrar alamayacaksınız!Ya savaşçı olup gereksiz yere diretin ya da koşulsuzca teslim olun şimdiden, onlar nasılsa sizi eğitecek.
Oğlum Deniz’le ilk kavgamızı bir buçuk yaşındayken yaptık. Kendileri kalabalıktan yararlanıp evi terk etmiş, bir üst sokağın bahçesinde, ağzına bir erik çekirdeği ve toprakla, salıncakta sallanırken bulunmuştu. Sanıyorum saçımdaki akların bir kısmı o günden kalma. Dizlerim çözülmüş, kaldırımda ağlarken beyefendi bana şöyle seslendi: “Bak, sallandiim!” Aylar önce yaptığımız bir yürüyüş sırasında komşunun bahçesindeki salıncağı görmüş ve unutmamıştı. Peki aylar sonra yolu nasıl bulmuştu bir buçuk yaşındaki bir çocuk?...

“ÇOK AYIP ANNE”
Deniz üç yaşında:Her şeyin normal olduğu güzel bir pazar sabahı marketteyiz. Sevgili oğlum elinde sepetiyle kendi alışverişini yapıyor. O önde, ben arkada giderken, sevgili oğlumun etrafında tuhaf bir kalabalık oluşmaya başladığını fark ederek yanına doğru süzülüyorum. Deniz bey, kendi alışverişi yetmemiş gibi diğer müşterilerin aldığı her ürüne karışarak “ Bunu şakın alma, katkı katkı maddesi var içinde, çook zayaylı, bunu al, bunu koy, annem geliyse çok kızar sana” diyor. Herkes şaşkın. “ Pardon, affedersiniz” diyerek yaka paça sürüklüyorum beyefendiyi. Ama sözü kesilerek, apar topar sürüklenen güzel oğlum çok sinirli, şöyle sesleniyor:” Bi anne evyadına asla bu şekilde davyanmamayı! Daha çözüm bitmemişti anne! İki kişi konuşuyken ayaya girilmez! Çok ayıp!” Mideme bir yumruk yiyorum sanki. “Tamam özür dilerim” diyerek ona öğlen uykusundan önce üç tane masal anlatma sözü verip kendimi affettiriyorum. Her öğlen ve akşam aynı masalları anlatmanın bezginliğinden olsa gerek, senaryosu bana ait masallar uydurmaya başladım.Deniz gözlerini ayırmadan dinliyor. Ben de “Harikayım! Bu masal tuttu” diyorum. Masal bitiyor. Oğlumun gözleri daha da açılmış: “Neydi bu şimdi? Masal mı? Çok tuhaf biy annesin, hiç kıymızı başlıklı pamuk piyenses oluy mu?” diyor aşağılayarak.Sinirliyim.”Hadi bakayım, hadi uyu, şımarık seni!” diyorum. İçimdeki çocuk kırıldı bir kere, ne yapayım?

FECİ GİBİ GÖRÜNSE DE…
Anne ve çocuk ilişkisi babalarınkinden biraz daha farklı.Hep şunu savunurum: Bir erkeğin büyümesi için kız evlat sahibi olması gerekir. Bizim için sorun yok kızlar, üzülmeyin, bu anaçlık bizim genlerimizde var. Hamile kaldığımızı anladığımız an büyüyor, onu da önce içimizde, daha sonra kendimizle beraber büyütüyoruz. Çocuklarımıza erişkinlere davrandığımız gibi davranmamız gerektiği söyleniyor.Tembihe hiç gerek yok, zaten çocuk gibi davrandığınızda ağzınızın payı veriliyor. Noyan işin kolayını buldu.Her ne kadar karşı çıkmış olsam da Deniz’e bir gameboy aldı. Neymiş, beraber zaman geçireceklermiş. Bak nasıl da güzel oynuyormuş. Oldum olası bu tip oyunlardan hoşlanmam çünkü beyin kapasitem yeterli gelmiyor. Bu nedenle elime bile almıyorum ama çocuk bu işte, o isteyince akan sular duruyor. Beraber oynamana çalışıyoruz. Alt tarafı düz bir yolda yürüyüp arada bir sıçramam ve börtü böcüğün üstünden atlayıp ve bonus toplamam gerekiyor.Gameboy elimde, Deniz’le bir o yana bir bu yana çekiştiriyorum. Oğlum şaşkınlık içinde annesini izliyor. Anne, anne olmaktan çıkmış, sanki trafik canavarı.Ağzından köpükler çıkıyor. Bu arada aramıza Noyan karışıyor.Noyan’la skor üzerine bahis tutuşuyoruz. “Ver onı bana” diyorum, “Hayır” diyor, “Ver dedim!” diyorum. Deniz araya giriyor: “Utanmıyosunuz di mi küçük bir çocuğun oyuncağını almaya? İkinizde beni çok kıydınız, bu hiç komik değil!” Ağzımdaki köpükleri temizliyorum, Noyan da alnındaki teri… Manzarayı gözünüzün önüne getirin.Dört yaşındaki bir çocuk ve kazık kadar iki erişkin, yaka paça dağılmış… Rezalet! Kim yetişkin, kim çocuk belli değil. “ Valla ben yapmadım oğlum, içimdeki çocuğun suçu” diyorum. Ne dese beğenirsiniz? “Arkadaşlarımızı şikayet etmek hiç doru değil anne! Bu ikinizin ayasında, eğer anlaşamıyoysanız ara verin!” O gün bu gündür sevgili oğlum gameboy’unu yastığının altında saklıyor ve ne zaman gizli gizli almaya kalksak “İnanıy mısınız bu çok zoy biy oyun, ben bile yapamıyoyum” deyip horlamaya devam ediyor… Aylarca uğraşıp öğretmeye çalıştığınız kurallara ve kurduğunuz cümlelerin, küçük bir çocuk tarafından algılanıp sindirilmiş olması ve aynı cümlelerle size geri dönülmesi, her ne kadar feci bir durum görünse de aslında galiba gurur veriyor.Ve yarattığınız eser karşısında saygıyla eğiliyorsunuz.

2005